Ali Sirmen ile nehir söyleşisi yapan Ümit Aslanbay Odatv’ye yazdı: Hayatı renk kartelası

Ali Sirmen’i yazmaya, 2016 yılında “Anı yazmak ölümün elinden bir şey kurtarmaktır” diye başlamıştım.[1] O Andre Gide’in dediğinden çok daha fazlasını yaptı, ölümünden elinden bir şey kurtarmakla kalmadı, bugün siyasal kültür ve refleks alanı yeniden işlerlik kazanan 27 Mayıs kuşağının, son temsilcilerinden biri olarak son gününe dek uyarmaya devam etti. Yazılarını önden okuttuğu, 2019 yılında kaybettiği hiç unutamadığı eşi Mine için “Sevgili’ye” başlığında mücadele cephesini genişletti. Zaman zaman her gün yazmaktan şikayet etmesine karşın hiç vazgeçmedi.

Uğur Mumcu (1993), İlhan Selçuk (2010) ile Cumhuriyet fikrinde ve gazetesinde oluşan sacayağının sonuncusuydu. Belki daha karamsardı ama o da ikisi gibi yenilgi nedir bilmeyen, yenilmeden ölen 27 Mayıs kuşağının önde gelen üyesiydi.

Kavramsal olarak, biraz da dünyaya öykünmeyle türetilmiş, iç içe geçtiği 68 kuşağının gölgesinde kalan 27 Mayıs kuşağının özgünlüğü, zaten bu yenilgi bilmez halinden gelir:

-Morior Invictus-Öldüm Ama Yenilmedim. 27 Mayıs kuşağı ayakta ölür!..

Ali Sirmen’in de hayat hikayesi etkileyici bir renk kartelasıdır. Üvey kardeşinin bir zamanlar Elvis Presley’in sevgilisi olduğunu, yıllar sonra 40 yaşına geldiğinde Amerika’da bulduğu babasından öğrenir. 12 Eylül günlerinde bir kez daha atıldığı cezaevinde bu kez babası Türkiye’ye onu görmeye gelir. Kanserdir ve babasını son görüşü demir perde aralığından olur. “Gerçek müziğin opera olduğunu” büyükbabası Türk müziğinin ağır toplarından Sadi Işılay’dan, laik öğretimin yaşamsal zorunluluğunu Galatasaray Lisesi’nde hiç unutamadığı hocalarından öğrenir. 68 olaylarının patladığı günlerde doktora için gittiği Paris’te Quartier Latin’de öğrencilerle, Prag Baharı’nda tankların önündedir. Gazeteciliğe büyük bir adımla, Akşam gazetesinde -artık neredeyse unuttuğumuz- yerinden bildirdiği haberlerle başlar.

6-7 Eylül’de kırılmış, yıkılmış ortalığa dökülmüş Beyoğlu, Çiçek Pasajı, küçük meyhaneler, Moda, Bağdat caddesi onun silinmez anılarındadır.

Hukuk Fakültesi’nde okurken, hocalarının yollarda sürüklenmesine tanıktır. Fakültede tanıştığı eşi Mine’yle Menderes iktidarına karşı yürüdüğü günler ve sonrasında Yön hareketi ile onun için “solun” adının konduğu günler de o silinmezliğin içindedir.

İlhan Selçuk (Abi) ve en yakın dostlarından olacak, yan yana geldiklerinde espri yarışına girdikleri Uğur Mumcu da…

Bugün soğukkanlılıkla bakıldığında haklı çıkan, hücresinde hiç durmadan okuyan Doğan Avcıoğlu ve Madanoğlu ile cezaevi arkadaşlığı, 1971’de başlayan, en son 1986’daki tahliyesine kadar hayatının yaklaşık dört yılını geçirdiği hapislik renk kartelasına kattıklarındandır;

Sirmen’e göre, “Türkiye’de hapis yatmak ayıp değil gururdur ve zengin bir deneyimdir.”

Zengin bir deneyimdir çünkü, bugünün FETÖ’sünün 1970’lerde devlete ve Diyanet’e sızmasını sağlayan dünün Yaşar Tunagör’ünün şeriatçı ekibiyle aynı koğuşta yatmış, onlara gösterilen muamelenin birebir tanığı olmuştur. Madanoğlu’nu cezaevinde korumak isteyen kabadayı Dündar Kılıç’ın nasıl fırça yediğinin de…

Melih Cevdet Anday’dan duyduğu Orhan Veli anılarına en iyi Ali Sirmen’den dinlerdiniz. Ama onun son ana kadar bıkmadan sürdürdüğü esas tanıklığı ve saptaması bugüne, güncele aittir:

Sirmen’in saptadığı, merkez sağın, Türkiye’de dinciliğin koridoru işlevini gördüğüne tereddütsüz biçimde işaret ederek, Demirel’in, Menderes’in, Erdoğan’ın daha “demokrat” olduğunu ima eden liberal alanın artık çöktüğüdür.

Bunu iki kez ayrılıp, okurlarıyla geri döndüğü Cumhuriyet gazetesinde aynı tereddütsüzlük haliyle yaşadı. 27 Mayıs’a olan vefa borcunu ödeme bilincini ise hiç kaybetmedi. Yanıtı şuydu:

“Adnan Menderes’in, Zorlu ve Polatkan’ın asılmalarını içime sindiremiyorum, hukuk skandalıdır. Ama bütün bunlara rağmen, 27 Mayıs demokrasiye karşı bir darbedir, bir suçtur lafına da katiyen katılmam. 27 Mayıs’ın demokrasiye karşı bir suç olması mümkün değildir. Çünkü 27 Mayıs sabahı zaten Türkiye’de demokrasi yoktu ki, ortadan kaldırılmış olsun. Hukuken işlenemez suçtur. Yani ben Ahmet’i öldürmeye karar veriyorum. Odasına gidiyorum, yatakta yatıyor, ateş ediyorum. Oysa Ahmet kalp krizinden çoktan ölmüş. Demokrasi çoktan ölmüştü.[1]

Sirmen için, Demokrat Parti toprak ağalarının reforma karşı örgütlendikleri partidir ve başından beri zaten demokrat değildir. 27 Mayıs’ın, 12 Eylül 1980 ile farkını ise geçenlerde hayatını kaybeden Alev Alatlı’nı emekli albay olarak kurucu Meclis’e seçilen babasından aldığı bir cümleyle anlatır. Anılarında aktardığına göre, Kenan Evren’in sınıf arkadaşı olan ama o Meclis’e geldiğinde ayağa kalkmayan Ertuğrul Alatlı “12 Eylül gayrı meşrudur” demişti.

“Neoliberal” kılıkla günümüze getirdikleri de…

Sirmen bütün hayatıyla, yazdıklarıyla, 27 Mayıs modelinin dışına çıkıldığı anda, demokrasinin siyasal İslam’la gireceği rekabette hiçbir şansı olmadığını anlattı.

Bunu bugün geçmiş yıllara göre çok daha iyi anlıyoruz.

Son dönem yazdıklarının hepsi bir gazetecilik deyimiyle “bir başyazı” kıvamındaydı. Unutulmazlar arasındadır.

****

Gazeteci Ümit Aslanbay’ın, Ali Sirmen ile yaptığı nehir söyleşi kitabı, “Bir eski Cumhuriyet” adıyla İmge Kitabevi Yayınları’ndan 2017’de yayımlandı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir